CANSU TÜZÜNER - OUBAITORI SERGİ RÖPORTAJI

İlk sergin, ilk kişisel sergin biraz kendinden bahsetmek ister misin?

İsmim Cansu Tüzüner. Hacettepe Üniversitesi grafik tasarım mezunuyum. Daha sonrasında çok çeşitli alanlarda çalışma deneyimim oldu. Film sektöründe, grafik tasarım, fotoğraf ve video üzerine pratik edindim. Sonrasında bir sosyal girişim deneyimim oldu. Küçük bir ekiple beraber aslında hem sanat hem tasarım hem de kültür çalışmaları üzerine epey dinamik bir çalışma gerçekleştirdik. Aslında ilk kendimi keşfetmem o deneyimle gerçekleşti diyebilirim. Bana üretim ve yaratıcılık alanında çok büyük bir alan sağladı ve ilk o zamanlar sergi yapmak, kültürel çalışmalar yapmak, projelere katılmak, araştırma yapmak, üreticilerle çalışmak anlamında daha profosyenel bir deneyim edindim. Sonrasında sanırım bana orada bir aşılandı ve orayla yolumuz ayrıldıktan sonra da kendi kişisel projelerime devam etmeye başladım. Halen devam ettiğim Hacettepe resim yüksek lisansı ile beraber, bu sergideki çalışmalar oluşmuş oldu. 

Anladım, o zamanın getirdiği şeyleri sen şimdi bize sunmuş oluyorsun. O zamanda yaşadığın üstlendiği görevlerin ya da o zaman düşündüğün şeyleri sonradan kendin sindirip bize sunmuş oluyorsun.

Evet, aslında orada biraz daha farklı bir iş yapıyordum. Daha tasarım pratikleri üzerine çalışmalar yapıyorduk ama en nihayetinde üreticileri ve üretimi destekleyici çalışmalar yapıyorduk. Biraz Türkiye’deki tasarım ve sanat alanındaki ulaşılabilirliği, üretimi destekleyici çalışmalarda yapıyorduk. Aslında aklımda, hani evet ben böyle kültürel çalışmalar ve sanata dair çalışmalar kendi başıma yapabilirim düşüncesi ilk o zamanlar bana yerleşmiş oldu. Orada ki çalışmalar, daha sosyal fayda odaklı işlerdi ama aynı zamanda yaratıcı ifade biçimleri geliştirmek içinde çok alan açılmıştı bana.  Sanki şey gibi yani o dönem olanaklarım ve çevrem o şekildeydi. Ve o da beni aslında o dönem içerisinde o şekilde bir üretime sevk etmişti. Sonra bireysel olarak kendime yöneldiğimde ise daha farklı olarak bireysel üretime yönelmiş oldum. Bu şekilde bakıyorum.

Aslında seni baya besleyen bir şey olmuş.

Beslenmekte ve aynı zamanda kendimi bulmam şeklinde de bir faydası olduğunu söyleyebilirim.

Peki başka nelerden besleniyorsun? Kaynakların ne?

Yani bu sergi üzerine konuşacak olursam ilk etapta doğa oldu elbette. Neden peyzaj ve doğa üzerine yöneldiğim, ilk biçim, form ve renk arayışına çok girdiğim bir süreçti diyebilirim. Ben neyi nasıl yansıtıyorum, ne görüyorum? Beni en iyi yansıtan materyaller, formlar neler, biçimler neler, renkler neler? Bunun arayışına çok girdim o dönemde. Bu elimdeki defteri de o yüzden getirdim. Çünkü o dönemki bütün düşüncelerimi yazdığım bir defter şu an tabii ki de onun etkisi hala üzerimde ama o dönem tam olarak ne hissettiğini anlayabilmek için faydalı da oldu. Kayıt almışım ve tekrar şöyle bir göz geçirdiğimde, şunları düşündüğümü hatırlıyorum. Bir şekilde ufuk çizgisi görememekten çok şikâyet etmişim. Buralarda onu yazmışım. Hep dikey formlar var artık hayatımızda, dikeylik daha çok gördüğümüz bir şey ve uzakları görmekte çok zorlandığımıza kafayı takmışım. Bu beton yığını ve dikey formlar arasında bir şekilde uzakları görme çabası, belki buna bir özlem duymak sanırım bu beni motive etti ve bu şekilde bir ifade buldum. Bu peyzaj resimleri de o yataylığı koruyor mesela. Tabi bir yandan böyle çok fazla bahsedilmeyen bir taraf var. O da o dönemki yaşadıklarının çevresel koşulların, insanın asıl üretiminde çok yön gösterici olduğunu ve bir rehberlik niteliğinde olabildiğini, ilk defa bu üretimleri yaparken hissettim. Çünkü çok fazla yolculuk yaptığım bir dönemden sonra oluşan eserler bunlar. Ankara çevresi ve genel olarak Türkiye içerisinde. Ve bunlar çoğunlukla uzun araba yolculuklarıydı ve bu yolculuklardan sonra da çok kendi içime kapandım ve bir izolasyon sürecine girdim. O yüzden sanırım o haykırış biraz oradan çıktı. Hani neden daha fazla bakmıyoruz doğaya? Hani ben bakıyorum ama ne görüyorum, neyi yansıtıyorum, neyi yansıtmak istiyorum. Biraz böyle psikolojik bir sürecinde çıktılar aslında. O dönem için bir dert edindim ve bu şekilde bir ifade biçimi gördüm. Beni besleyen taraflar bunlar oldu.  Adorno’nun bu işte doğanın estetiği, estetik deneyimi ile ilgili söylediği şey de aslında Doğayla olan o birliğimizin artık hissedilmemesinin yaşattığı bir özlem oluşundan bahseder. Doğanın öyle bir izi var artık üzerimizde. Doğa, dönüşen toplumsal değerlerle, o birliğin artık yeniden sağlanamadığı bir özlem konumunda. Sanki bende oradan bir çıkışla o özlemi yansıttım belki o yüzden renkler biraz melankolik. Hani çok böyle cıvıl cıvıl olmamasının sebebi de bu olabilir. Birde yine o dönem iki sene içerisinde dört farklı mekân değiştirdiğimde bir süreçti ve bu da üretimi çok fazla etkiledi. Çünkü hayatımda bir belirsizlik vardı. Sabit bir mekânım yok. Dolayısıyla o sabit mekanın olmayışının getirdiği bazı tercihler oluyor. O tercihlerde, işte daha pratik olduğunu düşündüğüm pastel boyaya dönmemi sağladı ve bu çok anlık bir karardı ama hani sonrasında çok ilişkimiz iyi gittik pastelle. Daha küçük işler yapıyor olmamın da nedeni bu durum oldu. Mekanım bazen büyüyor, bazen küçülüyordu. Küçük ebatlı çalışmalar yapıyor olma tercihimi de etkiledi tabi bu durum. Her mekanın ayrı baktığı bir pencere vardı mesela her birinden farklı manzaralar görüyordum veya göremiyordum. Buradaki resimlerde de kullandım o gördüklerimi.

Anladığım kadarıyla bu kısıtlamalar ya da yaşadığın süreç aslında pozitif olarak geri dönmüş.

Bunu kısıtlama olarak algılamıyorum. Daha çok o zamanki olanakların düşünsel ve pratiksel anlamda dönüştürdüğü bir süreç gibi görüyorum. Bu da benim hoşuma gidiyor ya da bu işin heyecan verici kısmının bu olduğunu düşünüyorum. Mesela bir önceki yaptığım işe dönecek olursam o dönem çevremde daha sosyologların olduğu tasarımcıların olduğu, daha sosyal fayda odaklı çalışmalar yapıldığı bir ekip varken ki yaptığım çalışmalar bir şekilde beni farklı üretimlere yönlendirdi. Sonraki dönemde gelen işte hayatımdaki bu süreçte bu üretimleri sağladı. Ya bana çok heyecan verici geliyor. O kısmı seviyorum. Aslında sınır olarak görmektense onun bilincinde olmak ve onu sezinliyor olmak da hoşuma gidiyor.

Sürekli bir yere gitmiyorsun anladığım kadarıyla, peki ileride bundan daha farklı işler çıkacak mı ?

Şöyle, o dönemin getirisi olarak evet, bu sergideki işler çıkmaya başladı ama sonrasında tabi ki bu o dönemler tohumu atılan sonrasında beni bir şeylere yönlendiren bir düşünceye evrildi.  Aslında bu bahsettiğim işte hayatın getirdiği çevresel koşullar vs. her zaman bu kadar baskın bir şekilde etkili olacak diye bir şey yok elbette.  Şimdi biraz daha doğa kültür ayrımını anlatacak işler yapmak, belki bu anlamda daha kavramsal işler çıkarmaya doğru bir yönelim gösterebilirim. Bu sergideki işler biraz daha benim doğayla olan psikolojik sürecimi yansıtan ve işte daha çok kendimi bulma yolculuğundaki, o süreç içerisinde çok fazla biriktirdiğim okumalarımın sonraki işlere yansıyacağı bir dönem oldu aslında.

Anladığım kadarıyla serginin ismi de isim bulma sürecinde önemsediğin bir konu oibaitori, evet bu anlattıklarını da biraz içeriyor. Ben biliyorum ama, yine de bir açıklamak ister misin anlamını?

Tabi, oibaitori, kiraz, erik, şeftali ve kayısı 4 farklı ağacın çok farklı zamanlarda meyve vermesiyle ilgili doğada olan bir sürecin kelime hali. Japonlar bunu kendi aralarında birbirlerine telkin amacıyla kullanıyorlarmış. Bu şu anlama geliyor. Merak etme senin de zamanın gelecek çünkü 4 farklı ağacında meyve verdiği zaman farklı. Niye ilgimi çekti? Bu arada sosyal medyada benim karşıma çıkan bir isim oldu. Aslında çok son dakika koyduğum bir isim. Ama şimdi artık bilgiye ulaşımımız biraz daha öyle ya hani çok derin araştırmalarda belki bazen bulamıyorsun ama sosyal medyada denk gelen bir şey senin ilgini çekebiliyor. Beni etkileyen kısmı şu oldu, bu aslında şunu gösteriyor. Japon kültüründe, doğa faydalanacak bir materyal, tüketecek bir şey, ya da psikolojik bir dinlenme mabedi olarak görmenin ötesinde bir şey var.  Doğada var olan bir süreci bir kelimeyle, hayatlarımıza bir yaşam felsefesi olarak girmesi durumu var. O yüzden ilgimi çekti. Çünkü benim de tam olarak aslında bir sonraki projelerde daha fazla odaklanmak istediğim biraz daha bu, doğa ve insan yaşamı ortaklığı konuları. Yani doğaya kavramsal anlamda  “hayat felsefesi olarak görmeye yeniden dönebilir miyiz?” Hatta bizim kültürümüzde bu nerede duruyor? Şu an bir araştırma yapmadığım için bilmiyorum ama ileriki zamanlarda bunun üzerinde daha fazla durmak istiyorum.  Çünkü bu batı düşüncesinin bir ürünü olarak, bir doğa kültür ayrımı, insan ve insan dışı yani ötekiler olarak ayrılması bize, 17. yüzyılda Descartes ile keskinleşen bir düşünce biçimi ile hayatlarımıza girdi. Şu an biraz daha buna yumuşak bakıyor olabiliriz. Ama ta o zamanlardan temeli atılan ve devam eden bir çok sistem hala insan ve doğa ortaklığını sağlamıyor. O birleşim noktalarını arıyoruz bunun için mücadeleler vermeye başladık. Ancak hala günlük yaşamlarımız doğadan ve bizim dışımızda ki organik yaşamdan çok uzak. O yüzden biraz daha bunun birleşim noktasının arayışına gireceğim. Sanırım bir sonraki çalışmalar bunun üzerine kurgulanmış olacak.

Anladım. Aslında senin bu felsefi olarak daha çok yakın hissettiğin bir nokta oldu. Biraz daha toparlamak gerekirse şunu sormak istiyorum, bu düşünce sürecinden iyi kötü bir şekilde geçiyorsun ve bir şey yaşıyorsun. Peki tuvale boya koymaya karar verdiğin zaman en çok zorlandığın nokta nedir ya da sana ne kolay geliyor kendiliğinden akmaya başlıyor?

Ya orada aslında çok içgüdüsel bir süreç işliyor ve çok öznel bir deneyim işte “qualia” diye bir kavram var ya felsefede , senin çok öznel olarak hissettiğin ama anlatmakta çok zorlandığın bir şeyi tarif ediyor. Tam olarak onu kaybettiğim an tıkanıyorum. O öznel deneyimi hissedemediğimde aslında tıkanma yaşıyorum ama o öznel deneyimin tekrar içine girebildimde daha akışkan bir hal alıyor süreç.

Niye kaybediyorsun o öznel deneyimi?

Muhtemelen o kayıp şundan kaynaklı oluyor. Sonuçta bu iş evet içgüdüsel tarafı olduğu kadar profesyonel bir tarafı da var ve profesyonel tarafı da aslında ve günümüz dünyasının algısı ve düşünce biçimiyle senin iç dünyanın arasında  gidip geldiğin bir süreç var. Orada o dengeyi kaçırdığım an sanırım tıkanmalar başlıyor diye düşünüyorum.

Anladım, bir kapanma yaşaman gerekiyor.

Ya evet, benim kendi üretim biçimimde bir kapanma durumu bana daha iyi geliyor gibi.

İşlerin üzerinden gitmek istiyorum. Özellikle bu arkamda duran son iki işin için tarihsel olarak da en son yaptıkların bunlar yanılmıyorsam ve bana göre bunların biraz antromorfik bir değeri var. Yani biraz portre gibi yorumluyorum son olanları. Sen de böyle düşünür müsün yoksa benden çıkan bir şey mi?

Yani onu hissetmen güzel oldu. Çünkü gerçekten böyle bir niyetim var bu işler yapılırken. Bu bahsettiğin resimlerde daha fazla doğa kültür ayrımını düşündüğüm ve işlerimde yer vermeye çalıştığım taraf oldu. Orada da işte o birlik arayışı, yani insan ve doğa arasında bir ayrım korkunç derecede büyüdü ve o tekrar nasıl bir araya gelebilir? Tekrar nasıl birleşebilir? Biraz onu arıyorum işte “Aldo leopold” benim çok sevdiğim bir yazar. Onun söylediği şey bir zamanlar kültür doğanın çeşitliliğinden doğardı diyor. Yani o zamanki üretimler insanların doğada gördüklerini sembol haline getirmesiyle oluştu. İlk zamanların kültürel üretimleri bu şekildeydi. Şimdi bunu kaybettik. Belki de ben tekrardan insanla doğayı daha birlik halde tuttuğum işlere o yüzden yönelmiş olabilirim diye düşünüyorum.

Bu yaptığın tuval üzerine peyzajların var ama birde baskı, tamamen farklı bir süreç. Bakış açısı farklı oluyor. Yapımı farklı oluyor, tamamen farklı oluyor. O aradaki farklılıkları yaşamak nasıl bir deneyimdi?

Biraz bocalattı ama gene dediğim gibi farklı bir pratikle yaptığım işleri nasıl birleştirip bir çıktıya dönüştürebilirim üzerine düşünmekte heyecan verdi. O noktada biraz şunu düşündüm. Benim asıl lisansım grafik tasarım şu anki yaptığım resimlerle grafik pratiklerimi nasıl birleştirebilirim ?Serigrafinin bunun için iyi bir olabileceğini düşündüm. Çünkü serigrafide tercih ederseniz tabiki işin bir kısmı aslında sizin grafik becerilerinizle de ilişkili. Yani evet elde de yapabilirsiniz ama işte bilgisayarla yapmayı tercih ederseniz bir illüstrasyon çıkarmamız gerekebiliyor. Ben de işin bir kısmını bilgisayarda bir kısmını da elle çalışarak iki pratiğide kullandım. Elbette ki sonraki işlerim için etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü serigrafide biraz daha lekesel düşünmem gerekti ve bu sefer doğayı yansıtma şeklim bu işlerdeki gibi bir evrim geçirdi.

Aslında, benim anladığım bir köprü gibi şey bu işler senin için aslında bunlar da öyle bir değişim sürecinden geçiyor. Şu an etkilendiğin sanatçılar var mı?  Kim onlar daha doğrusu?

Etkilendiğim sanatçılar var. Ama onlar gibi resim yapamıyorum. Çünkü onların doğa tasvirleri, peyzaj tasvirleri çok pozitif ve çok etkileniyorum ama asla o kadar pozitif çıkmıyor. Onlarda Milton Avery’i çok seviyorum. Genel olarak yüzyıl ortası ressamların peyzaj resimleri çok hoşuma gidiyor. Georgia O’ Keeffe inin peyzaj resimleri ile ben bu arkamdaki işleri yaptıktan sonra tanıştım ama çok benzettim kendi işlerimle. Onunla böyle bir bağ kurmuş oldum sonrada. Bir diğer aklıma gelen Etel Adnan ilk işlem hatta direkt ondan çok esinlenmiştir.

 

Moderatör: Umut Küçükarslan

 

 

 

Önceki
Önceki

Sanatta abject (iğrenç) beden üzerine

Sonraki
Sonraki

Çocukluk Yoruldu! Ya sonra?