Kendimize Rahatsız Edici Sorular: A Self-IntervIew

Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular ekibi olarak kendimize de rahatsız edici sorular sormak ve yanıtlarımızı test etmek üzere bugüne dek yaptığımız buluşmalarda sık karşılaştığımız soruları, aklımıza takılan ve bizim de yanıtını hala aradığımız konuları gündeme taşıyarak kendimizle bir röportaj yaptık. Özeleştirel bir yaklaşımla ortaya çıkan bu röportaj, eksiği ve fazlasıyla çalışmalarımızı ele alıyor ve daha çok soruyu akıllara düşürmek ve yeni rahatsızlıklar yaratmak için bir zemin sunuyor. 

Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular kimdir?

Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular, mimarlık bölümlerinde lisans ve lisansüstü öğrencilerin, genç profesyonellerin bir araya gelerek mimarlık eğitimini ve çalışma yaşamını eleştirel gözle ele aldığı bağımsız bir kolektiftir. 2024 yılının Mayıs ayında The Architecture Lobby’nin (TAL) Akademik Çalışma Grubu tarafından düzenlenen Architecture Beyond Capitalism School’un (Kapitalizmin Ötesinde Mimarlık Okulu) “Hacking the Institution” temalı 2024-2025 çalışmalarının Türkiye organizasyonu kapsamında temelleri atılmıştır. Nihal Evirgen’in uzun yıllardır takip ettiği TAL’in Akademik Çalışma Grubu’na dahil olduktan sonra Türkiye’deki organizasyonu üstlenmesi ile ilk fikir ortaya çıkmıştır. Çalışma önce “ara pozisyon” olarak tabir ettiğimiz ODTÜ’de doktora yapan ancak farklı üniversitelerde araştırma görevlisi ya da yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışan mimarların bir araya gelmesiyle ismini ve formunu bulmuş, sonrasında mimarlık öğrencileri ve mimarlık işçileri/işsizleri ile buluşarak genişlemiştir.

Neden Rahatsız Edici Sorular?

Aslında “Rahatsız Edici Sorular” ismi ilk toplantıların birinde bir arada tartışırken ortaya çıktı. Mimarlık alanı hangi pozisyonda olursanız olun problemlerini ve çalışma süreçlerindeki sömürüyü gizlemeye, aksine hep iyi görünen yanları parlatmaya ve olduğundan iyi göstermeye dönük bir eğilime sahip. Dolayısıyla bu tema kapsamında bir araya gelip konuşmaya başladığımızda arkadaş olmamıza rağmen çalıştığımız üniversitelerde neler yaşadığımızı o güne dek pek de açıkça konuşmadığımızı fark ettik. Sonra kendimizi birbirimize sorular sorarken bulduk. Örneğin kaç lira maaş aldığımız, okulda öğrencilerle ya da hocalarla iletişimde kendimizi güvende hissedip hissetmediğimiz, stüdyo projeleri konusundaki düşüncelerimiz, çalışma yükümüz, hiyerarşik bir baskıya maruz kalıp kalmadığımız ya da söz hakkımızın ne düzeyde olduğu, doktora sonrasında ne yapacağımız, ev kirasını ödeyip ödeyemediğimiz gibi sorulara verdiğimiz yanıtlar çoğunlukla benzer ve güvencesizliği gösteren yanıtlardı. Bu sorular özel alana giren ve daha önce pek de konuşmadığımız meselelere değindiği için muhatabını rahatsız ediyordu ancak daha da önemlisi mimarlık ortamının o her şeyi güzel göstermeye dönük eğilimini hızla alaşağı ediyordu. Dolayısıyla sorular yanıtlandıkça ve daha çok sorulmaya devam ettikçe mevcut düzeni de rahatsız edeceğini düşündük ve isim bu şekilde ortaya çıktı. 

Kolektif olarak bugüne dek neler yaptınız?

Bugüne kadar yaptıklarımızın öyküsü aslında biraz daha uzun ama kısaca özetlemeye çalışalım. Bu çalışmayı başlatmaya karar verdikten sonra, önce öğrencilerle sonra da mimarlık işçileri/işsizleri ile birer deneme toplantısı aldık ve eğitim ve çalışma yaşamı üzerine herkesin rahatsız olduğu konuları konuşabileceği güvenli ortamlar yarattık. Devamında bu toplantılarda çıkan temalar üzerinden ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde Güven Arif Sargın’ın bize sunduğu bir fırsatla bir lisansüstü dersi kurguladık. Dersi alan öğrenciler ile birlikte 2024 Güz dönemi boyunca Ankara’daki beş farklı üniversiteye konuk olduk ve mimarlık ile pedagoji, stüdyo kültürü, müfredat, sınıf ve emek ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini tartışan, rahatsız edici atölyeler, açık dersler gerçekleştirdik. Bu hepimiz için deneysel bir süreçti. Karşılıklı olarak öğrendiğimiz, hoca-öğrenci gibi yerleşik konumlarımızdan olabildiğince sıyrılıp birlikte ürettiğimiz, kimi zaman çatıştığımız, tartıştığımız ve sonunda beklentileri aşan bir üretimle sonuçlanan, örneği pek de bulunamayacak bir dönemdi. Sadece kendi üniversitelerimizin sınırlarını aşıp başka okullarda bir araya gelmek ve ortak bir masa etrafında gönüllü olarak yan yana bulunmak bile oldukça dönüştürücüydü. Mimarlığın kurumlaşmış yapısı ardında bastırılan rahatsız edici soruların sınırlar aşılarak bir çok okulda aynı anda seslendirilmesi imkanı oluştu. Aynı zamanda “ara pozisyon” akademisyenler de kendi pozisyonlarını ve var olan ayrıcalıklarını bu sınırların aşılması, kurumsal yapılardaki çatlaklardan sızmamız için kullandı. Dolayısıyla sadece eleştirel bir zemin kurmadık aynı zamanda önemli bir dayanışma örneği de sergilendi. 

ODTÜ Mimarlık Amfisi, Semester Review Fotoğraf: Boran Köseoğlu

Genelde üniversitede dersler müfredatın tamamlayıcısı gözüyle bakılan, not kaygısıyla alınan ve sonrasında da yarışmalara proje ya da sergilere poster vs. göndermeyeceksen bir daha dönüp pek bakılmayan süreçlerdir. Dersin sonrasında siz şimdi nasıl devam ediyorsunuz?

Bize farklı üniversitelere gittiğimizde ilk gelen sorulardan biri “Dersle hacking olur mu?” olmuştu. Biz de aslında dersin bir aracı olduğunu ve bizim yöntemimizi kurmak ve genişletmek için stratejik bir kolaylaştırıcı işlevi yüklediğimizi söylüyorduk. Fakat bugünden geri dönüp bakınca dersle birlikte kadro oluşturmuş olmanın önemli bir hacking göstergesi olduğunu görüyoruz. Dersin sonlarına doğru ODTÜ’deki buluşmalarımızda bu işi nasıl devam ettirebileceğimiz konusunu doğrudan dersi alanlar tartışmaya başladılar. Ordan çıkan enerjiyle önce Apaçık Radyo’da Yağmur Yıldırım’ın hazırlayıp sunduğu Açık Mimarlık programına konuk olup kendimizi anlattık. Sonrasında üretilen fanzinler, uygulama/örgütlenme yöntemimiz ve sergimizi çok merak eden ve çalışmaları büyük ilgi ve takdirle karşılayan The Architecture Lobby Akademik Çalışma Grubu’na online bir sunum gerçekleştirdik. Devamında üniversitenin dışına çıkmak, kent merkezinde daha çok mimarla ve farklı disiplinlerden insanlarla bir araya gelmek dersi alanların talebiydi ve bu şekilde kararlar aldık. Bunu yapma biçimlerimizi eşitlikçi bir düzlemde kurmak, açık bir iletişim yöntemi benimsemek, sınırlarımızı ve olanaklarımızı açıkça paylaşmak ve saygı duymak, birlikte karar almak, tartışmak, üretmek ve not kaygısı üzerinden değil de bir arada ortak dertleri benimseyerek gerçekleştirmek ile başardığımızı düşünüyoruz. 

Aramızda hiyerarşi yoktu dersek yalan olur aslında. Çünkü belirli görevler ve onların gerçekleştirilmesi gerekliliğine dair bir ortaklaşma zemini vardı. Örneğin dersin içeriği baştan belirlenmişti ve bunun hayata geçirilmesi için gerekli organizasyonların yapılması, lojistik ihtiyaçların karşılanması, bağlantıların kurulması başlangıçtaki organizasyon ekibinin göreviydi. Dersi alanlardan da bu tartışmalara aktif katılımı, iki haftada bir farklı bir üniversiteye gelmesi, üzerine düşünüp farklı konseptlerde içerikler üretmesi bekleniyordu. Fakat bunları yapma yöntemlerimizi ve pozisyonlarımızı birbirimiz üzerinde iktidar kuracak, tahakküm üretecek biçimde yapmak yerine gücü paylaşarak yapmayı seçtik. Herkes var olabildiği an verebileceği desteği verdi, birbirimizin açığını kapattık, bazen ise açık kalmasını sorun etmedik. Günün sonunda artık bu çalışmayı gönüllülük esası ile sürdüren herkes ayrım gözetmeksizin rahatsız edici soruların bir üyesi, paydaşı ve hak sahibi. Rahatsız Edici Soruları tetikleyici “kurumları hacklemek” çağrısının da mevcut düzene nüfuz etmede böyle bir yolla olabileceği görülmüş oldu: Baskın kurumsal yapılara taktiksel olarak sızmayı sağlayacak bir organik örgütlenmeye sahip kolektif.

Şimdi ise “Açık Mimarlık” programında yaptığımız ilk söyleşinin ardından konularımızın ilgi görmesiyle Mayıs ayından itibaren her ayın ikinci perşembesi programı temalarımızla biz devralıyoruz. Kent merkezinde yapmayı kararlaştırdığımız etkinlik vesilesiyle Unite Ortak Mekan ile iletişime geçmiştik ve bize ev sahipliği yapmaları sayesinde hem sergimizi açıp neler yaptığımızı paylaşma fırsatı bulduk hem de hala çeşitli atölye çalışmalarımızı burada gerçekleştiriyoruz. Aynı zamanda bu deneyimi sosyal medyada görünür kılmaya, oluşan arşivimizi paylaşıma açmaya çalışıyoruz. Üstelik ikinci döneme akademik boykot sürecine açık dersler yapmaya önceden başlamış olmanın verdiği deneyimle girdik ve o süreçte de “Siyasal ve Toplumsal Hareketler”, “Örgütlenme Nedir?” gibi başlıklarda açık dersler düzenledik, üniversiteler arası deneyim aktarımı ve iletişimi sağlama konularında destek olduk. 

ODTÜ Mimarlık Bölümü, Eleştirel Okuma Buluşmaları, Fotoğraf: Berk Bulut

Peki tüm bu etkinliklerde sadece soru mu soruyorsunuz? Yani sadece rahatsız etmek için eleştirmek yeterli mi, siz ne öneriyorsunuz?

Sadece soru sormuyoruz aslında sorulara yanıtlar arıyoruz. Örneğin “stüdyoda sabahlama kültürü ile çalışma yaşamında devamlı fazla mesai arasında bir bağlantı var mı?” sorusu aslında retorik bir soru yani bunun yanıtı çoğu insan için kısa sürede “evet” olacaktır. Ama çoğunlukla bu soruları çıkıp yüksek sesle birbirimize sormadıkça bu farkındalığı edinmek kolay olmuyor. Ya da zaten herkes tarafından durum kanıksanmış olduğu için ne yaptığımızı düşünmeden yapmaya ve durumu normalleştirmeye devam ediyoruz. Jürilerde aşağılayıcı yorumlar, duş almaya veya yemek yemeye dahi vakit bulamayacak kadar çok çalışılan eğitim süreci, malzeme için satış elemanı gibi reklam çektiren ödevler, yeni mezunlar için bir yıllık ücretsiz staj imkanı diye verilen iş ilanları, kadın öğrencilerin şantiye stajında yaşadıkları ayrımcılıklar ve daha fazlası… Tüm bunlar eğitimde ve çalışma yaşamında o kadar norm halini almış durumda ki hakkında konuşmak düşünülmez hale gelmiş. Biz bunları çok daha yüksek sesle konuşmayı, değiştirmek için ön koşul olarak görüyoruz. Çünkü bir yerde mevcut durumdan ancak bir rahatsızlık duyarsanız onu değiştirirsiniz. 

Soru sormanın mevcut düzenleri ve güç ilişkilerini dönüştürebilecek tetikleyici bir gücü olduğuna inanıyoruz çünkü her soru beraberinde başka soruları üretiyor. Akıllarda yer edinen bu sorular Rahatsız Edici Sorular etkinliğine katılan herkes tarafından kendi kurumlarına, çalışma ve eğitim ortamlarına taşınıyor. Herkesin farkında olduğu ancak içselleştirdiği için sorgulamadığı durumlar böylelikle gittikçe daha az “normal” ya da “mimarlığın doğası” olarak nitelendirilmeye başlıyor.

Ne öneriyorsunuz sorusuna hepimiz farklı yanıtlar üretebiliriz ancak temelde hepimiz mimarlık eğitiminin ve üretiminin artık sadece kapitalist sınırlar içinde belirlenen, “iyi mimarlığı” öven halinden, bireysellik, yaratıcılık, starlık gibi mitler ile sürdürülmesinden rahatsızız. Amacımız, geleneksel sınırların ötesinde, daha geniş toplumsal alanlarda, kendimize ve ürettiklerimize yabancılaşmadan yapabileceğimiz bir mimarlık. Bunu yaparken kendimizi de yeniden üreten, hızın, zorun, baskının ve itaatin yerine adil ve insanca koşulların, doğanın ve toplumun yararının gözetildiği bir süreci öneriyoruz. Bu ancak herkesin elini taşın altına koyması ile olabilecek bir şey. Biz de o nedenle rahatsızlığı örgütlüyoruz. Yoksa elbette elimizde her şeyin anahtarı olacak bir çözüm yok. 

Bu sorunları sadece mimarlar mı yaşıyor? Güvencesizlik, evinin kirasını ödeyememek ya da eğitimde yoğun çalışma temposu pek çok meslek için geçerli değil mi? Neden sadece mimarlar arasında konuşuyorsunuz?

Bu sorunları çok sayıda meslek grubu yaşıyor. Hatta toplumun çok büyük kesimi her gün daha yoksullaşıyor, gündelik ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale geliyor. Eğitime erişim de çok adaletsiz koşullarda gerçekleşiyor. Üniversite öğrencilerinin barınma krizi, ekonomik kriz altında hem çalışmak hem okumak zorunda olması, mezun olunca işsizlik ile yüzleşmesi, emeğinin karşılığını alamaması, günümüzde “ev genci” diye bir tabirin türemiş olması gibi güvencesizlik koşulları ülkemizde çok yakıcı. Ancak özellikle yaptığımız buluşmalarda gördüğümüz, mimarlık eğitiminde bu sorunların yanında yapısal olarak problemli olan noktalar çok daha ön plana çıkıyor. Özellikle stüdyo eğitimi ile özdeşleşen kendine içkin sorunları; jüri sistemi, sabit bir değerlendirme kriterinin olmaması, çok disiplinle ilişkili bir alan olması bir takım ayırt edici özellikleri. Buna çalışma kültürünün “fedakarlık ve çok çalışmaya övgü” ile kuşatılan, kölelik koşullarına hazır şekilde eğitilen ama kendisini toplumun inşasında bir öncü, orkestra şefi olarak konumlayan, mezun olduğunda ise pratikte karşılığı olmayan bir kimlik krizi de eklenince konuşulması gereken çok şey ortaya çıkıyor. Bir de özellikle günümüzde kentsel ve ekolojik açıdan yaşanan krizleri, depremleri, yangınları, göçü düşündüğünüzde aslında bunların her biri mimarlığın meslek alanının sorunları. Dolayısıyla kenti üreten özneler olarak da bu üretim rejimini sorgulamak ve tüm bu sorunlarla ilişkilendirmek gerektiği açıkça görülüyor. 

Öte yandan özellikle ikinci dönem itibariyle çalışmalarımızı disiplinlerarası bir ölçeğe taşıdık diyebiliriz. Üniversitelerin Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakülteleri bünyesinde yer alan tüm bölümleri etkinliklerimize davet ediyoruz. Şehir plancıları, iç mimarlar, grafik tasarımcılar, güzel sanatlar bölümlerinden öğrenciler ve profesyoneller ile birlikte atölyeler düzenliyoruz, açık derslerimizde de birlikte tartışmalar yürüttük. Yine özellikle çalışmalarımızı paylaşmak için düzenlediğimiz etkinliklerde makina, inşaat, çevre mühendisliği bölümlerinden mezun katılımcılarımız da oldu. 

Unite Ortak Mekan, Yeni Dönem Açılışı: Sergi, Sunum, Forum etkinliği, Fotoğraf: Yiğit Kantarcı

Çalışmalarınız sadece Ankara ile mi sınırlı? Sorularınız nasıl çoğalıp büyüyecek bu şekilde? 

Çalışmalarımızın başlangıç noktası ve merkezi Ankara. Bunun tesadüf olmadığını düşünüyorum açıkçası. Ankara bürokrasinin merkezi, devletin acımasız eli ya da gri bir AVM şehri olarak görülse de aslında eleştirel aklın ve kolektif üretimlerin de merkezi. Üstelik bu üretimlerin göstermek için değil yapmak için yapıldığı bir kent, yani öze dair bir kaygı var burdaki işlerin çoğunda. Müzikte, resimde, tiyatroda, politikada ya da üniversitelerinde de bunu hala her şeye rağmen görebilirsiniz. Nitekim çalışmalarımızın temelinin ODTÜ’ye dayanması da bu kapsamda yine tesadüfi değil. Ne kadar övmekten çoğu zaman kaçınsak da ODTÜ’nün isyan ve dayanışma kültürü hepimizi şekillendiren ve sahip çıktığımız bir gelenek. Kurumsal kapasitesi, tüm müdahalelere rağmen özgürlük alanı üretebildiğimiz yapısı, politik duruşu ile eleştirel bakışımızı besleyen ve hatta onu içerip aşmamızı sağlayan bir ortam sağlıyor bize. Ancak Ankara ile sınırlı kalmak istemiyoruz elbette. Burda dile getirdiğimiz rahatsız edici soruların pek çok yerde yankı bulmasını ve yanıt aranmasını önemsiyoruz. Bu kapsamda, Ulusal Mimarlık Öğrencileri Buluşması kapsamında Gaziantep’te bir atölye düzenledik ve orda pek çok kentten mimarlık öğrencileri ile buluştuk. Yine Eskişehir’den ESOGÜ Mimarlık Bölümü’nden, İstanbul’da İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden arkadaşlarımızla bağlantı ve dayanışma halindeyiz. Bu yaz ve önümüzdeki dönem İstanbul’da bazı sürpriz çalışmalarımız da olabilir. 

Öte yandan tartıştığımız tüm konular evrensel açıdan da geçerlilik taşıyor ve yalnız ülke çapında değil, uluslararası alanda da önemli noktalara değiniyor. Öyle ki, The Architecture Lobby 2025 yılı Venedik Mimarlık Bienali’nde yer alan sergisinde yer almak üzere ekibimizi davet etti ve “Organizing in the Lobby” başlıklı sergi ve video çalışmasındaki 26 mimarlık ve emek eksenli örgüt arasında biz de yer aldık. Mimarlığı kolektif bir üretim süreci olarak tartışan ve sınıf, emek, toplumsal cinsiyet gibi başlıklarla bir arada ele alan yaklaşımımızı konu eden röportajımız ve sergi Kasım ayına kadar Venedik Mimarlık Bienali’nde görülebilir durumda. Biz de Temmuz ayında hem bu sergiyi ziyaret etmek hem de dünyanın farklı yerlerinden gelecek mimarlık ve emek örgütlerinden meslektaşlarımız ile tanışmak ve ortak çalışmalar planlamak üzere Venedik’te olacağız. Yani aslında sorularımız pek çok alanda çoğalıyor diyebiliriz, umarız gelecek günlerde daha çok şehre de gidebilme imkanı buluruz.

Venedik Mimarlık Bienali, The Architecture Lobby sergisi, Fotoğraf: The Architecture Lobby

Rahatsız Edici Soruların bir parçası olmak isteyenler ne yapabilir, ekibinize katılım mümkün mü? 

Rahatsız Edici Soruların bir parçası olmak isteyen herkesi öncelikle açık çağrıda bulunduğumuz etkinliklerimize katılmaya davet ediyoruz. Kurduğumuz eleştirel zeminin paylaşılması, ortak sorunlarımızın dile getirilmesi, farklı düşüncelerde, fikir ayrılıklarında tartışma kültürünün benimsenmesi, birlikte üretimin deneyimlenmesi için öncelikle bu katılımın gerçekleşmesi gerekiyor. Ekibimizin büyümesini elbette önemsiyoruz ancak bu ortaklıkları kurmadan doğrudan ekibe katılımın kimi sorunlara gebe olduğunu da öngörebiliyoruz. O nedenle öncelikle kolektif tartışma ve üretim süreçlerinin bir süre birlikte deneyimlenmesi gerekiyor. Ondan sonra zaten organik olarak insan kendisini ekibin bir parçası olmuş buluyor. Aynı zamanda çalışmalarımız ciddi emek ve zaman gerektiriyor. Bu emeği ve zamanı karşılıksız ve gönüllü biçimde ayırmak kolay değil. Dolayısıyla, ekipteki herkes bunun için ayrı bir çaba gösteriyor. Elbette, bunu zaten yeterince zor ve yorucu olan hayatın içinde fazladan bir yük ve iş olarak değil, bir topluluğa aidiyet ve kendini yeniden üretme sürecinin bir parçası olarak yapabilmek de oldukça önemli. 

Unite Ortak Mekan, Yeni Dönem Açılışı: Sergi, Sunum, Forum etkinliği, Fotoğraf: Yiğit Kantarcı

Tam da bu noktada “gönüllü emek” de sınıfsal bir konu değil mi? Çalışmalarınızın bütçesi nasıl sağlanıyor?

Gönüllü emek kesinlikle sınıfsal bir konu. Çünkü her şeyden önce gönüllü olabilmeniz için hayatınızı sürdürecek parayı kazanıyor olmanız ve bu işten arta kalan ekstra zamanınız olması gerekiyor. Türkiye’de çalışma rejimi bu ikisinin aynı anda sağlanabildiği çok az olasılık bırakıyor. Mimarlar için konuşacak olursak özel sektörde ücretli çalışan mimarlar hafta içi akşam saatleri fazla mesaiye kalarak, cumartesi günleri de çalışarak hayatını sürdürüyor. Tek hafta tatili pazar günü olan insanların bunu da gönüllü olarak bir çalışmaya ayırması oldukça zor ve hatta tüketici. Ancak yine aynı soruyu sormak gerekiyor, iş kanununda bile haftalık maksimum çalışma saati 55 saati geçemez şeklinde düzenlenmişken biz nasıl oluyor da bu koşullara karşı isyan etmiyoruz? Mimarlık öğrencileri için de durum benzer, örneğin geçtiğimiz dönem açtığımız dersi alan 4. sınıf öğrencileri bu dönem bitirme projesi yaptıkları ve ders programı çok ağır olduğu için isteseler de çalışmalarımıza katkı koyamadılar. Çünkü daha önce söylediğim gibi kişisel bakımlarına dahi ayıracak zamanı zor bulabildikleri bir iş yükü ile karşı karşıya kalıyorlar. Bunları doğal kabul etmek yerine sorunsallaştırarak değiştirmemiz gerekiyor. 

Tandoğan Meydanı 1 Mayıs Mitingi

Nitekim benim bu çalışmayı başlatmamın da tam zamanlı işimden ayrıldıktan sonraki sürece denk düşmesi tesadüfi değil. Diğer türlü bu düzeyde vakit ayırmam imkasızdı. Şu an çalışmıyorum, sadece doktora öğrencisiyim ona rağmen kimi zaman yetişmekte güçlük çektiğim oluyor. Benzer şekilde ekibimiz de şu anda çoğunlukla araştırma görevlisi ya da yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışanlardan ve yüksek lisans öğrencilerinden oluşuyor.

Kalabalık bir ekip olduğumuz için birbirimizin yoğun dönemlerini tolere edebiliyoruz. Öte yandan bu topluluk hissine ve sorunlarımızı özgürce konuşabildiğimiz bir ortama yoğun ihtiyaç duyduğumuz için bir araya geliyor ve aslında bu buluşmaları bir nefes alma alanı olarak da görüyoruz. Fakat bu tarz gönüllülük esaslı çalışmalar ister istemez yapısı gereğince süreklilik konusunda sorunlar yaşar, biz de yaşayabileceğimizi öngörüyoruz bu risk hep var. Umarız bu amatör ruhu koruyarak daha profesyonel bir yapıya kavuşacak sermayeye, kendi kendimizi sürdürecek bütçeye de erişebileceğimiz fırsatlar önümüze çıkar. 

Burdan bütçe sorunuza gelirsek şu anda mali açıdan destek aldığımız hiçbir yer yok. Kendi bütçemiz de yok, atölyelerin ihtiyaçları, seyahatler ve buluşmalarımızdaki çay-kahveler olmak üzere hepsini kolektif olarak kendi imkanlarımızla karşılamaya çalışıyoruz. Burda Unite Ortak Mekan’ın katkılarından bahsetmeden geçemeyeceğim. Unite mekan olanaklarını paylaşarak bizim için ve Ankara’nın kültür-sanat ekosistemi için çok önemli bir dayanışma örneği sergiliyor. Aslında yerel yönetimlerin, merkezi idarelerin yapması gereken kamusal bir görevi yerine getiriyor ve bu bizim gibi küçük oluşumların varlığını sürdürmesi için hayati önemde, onlara çok şey borçluyuz. Yoksa kent merkezinde bir buluşma ve etkinlik mekanı bulmak, onların kiralarını karşılamak bizim için imkansız bütçeler. Umarım hem bizim gibi eleştirel kolektifleri hem de Unite gibi kapsayıcı çatıları mali olarak da destekleyecek formüller üretilebilir. Nitekim şu soru hala baki; radikal ve eleştirel olanı kim finanse edecek?

Unite Ortak Mekan, Atölye Buluşması, Fotoğraf: Berk Bulut

Önceki
Önceki

CANSU TÜZÜNER - OUBAITORI SERGİ RÖPORTAJI

Sonraki
Sonraki

“-Mış Gibi” Sergisi Üzerine Bir Söyleşi