“-Mış Gibi” Sergisi Üzerine Bir Söyleşi
Röportaj: E. Gülşah Akın
Söyleşimize başlamadan önce, sizi ve sergideki rollerinizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Ekin Kılıç Ezer: Ben Ekin Kılıç Ezer. Kitschen kolektifinin ana üyelerinden biriyim. Sanırım 2010’dan beri bu oluşumun içindeyim. Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarımı bölümünde çalışıyorum.
Fırat Engin: Kitschen’ın kurucularındanım. Yaklaşık 20 yıldır sergiler yapıyorum. Aynı zamanda Hitit Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Resim Bölümünde öğretim üyesiyim.
Elif Varol Ergen: Ben Elif Varol Ergen, Kitschen’ın üç kurucu üyesinden biriyim. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında illüstrasyon dersleri veriyorum. Aynı zamanda illüstratör ve sanatçıyım. Son sergimizde küratöryel anlamda pek çok şeyi grup üyeleri olarak ortaklaşa gerçekleştirdik ve tabii ki sergiye sanatçı olarak bireysel katılım sağladık.
Özbir Erciyas: Ben Özbir Erciyas. Bu serginin koordinasyonunu yürütüyorum. Aslında tiyatro oyuncusuyum. Multidisipliner üretim yapan biri olarak, performans sanatlarıyla da ilgileniyorum.
“-Mış Gibi” Kitschen'ın kaçıncı sergisi?
Ekin: Bu bizim dördüncü grup sergimiz. Bir sergimiz sadece üçümüzle –Whatever I am not an Artist– gerçekleşmişti ama genelde grup sergileri yapıyoruz. Çünkü amacımız benzer vizyonlara sahip insanlarla bir araya gelerek kolektif bir ifade alanı yaratmak.
Fırat: Ekin’in de dediği gibi bu bizim dördüncü sergimiz. 2010’dan bu yana, kimi zaman başka kolektif mekanlarda, kimi zaman kültür kurumlarında (cermodern gibi) sergilerimizi gerçekleştirdik. “–Mış Gibi” de bu birikimin son halkası olarak, temsiliyetin ve gerçekliğin kırıldığı, kimliğin taklit ve tekrarlarla inşa edildiği bir alanda geziniyor. Belki de bu sergi, şimdiye kadar yaptıklarımızın hem bir özeti hem de bir yeniden başlama biçimi.
Elif V.E: Bu Kitschen’ın dördüncü sergisi, ama Kitschen sadece sergiler düzenleyen bir inisiyatif degil. Kitschen olarak workshop etkinliklerimiz, fanzinlerimiz ve konuşmalarımız var. Tv ve radyo programlarımız oldu. Konuşmayı ve üretmeyi seven bir grubuz. Pandemi süresince biraz sessiz kalıp bireysel işlerimizle ilgilensek de Kitschen varlığından hiçbir şey kaybetmedi ve bir şeyler söylemeye devam ediyor.
“-Mış Gibi” fikri nasıl doğdu?
Ekin: Aslında fikir, hep birlikte otururken ortaya çıktı. Post-truth üzerine çok konuşuyorduk. Herkesin üzerine düşündüğü gibi biz de günümüz Türkiye'si ve dünyanın hali üzerine dertleşiyorduk. “Keşke şöyle bir sergi olsa” dedik ve sonra “-mış gibi yapalım” dedik. Bu kavramın altını nasıl doldurabiliriz diye düşündük. Sonra katılımcılardan da kendi “-mış gibi” dünyalarını ifade etmelerini istedik.
Fırat: Biz sergilerimizden önce sık sık bir araya geliyoruz. Aslında bir sergi yapalım diye bile olmuyor bu buluşmalar. Genelde dertleşmek, konuşmak için bir araya geliyoruz. Bu buluşmalarda hem kişisel hem de genel birçok konu konuşuluyor. Ekin’in de bahsettiği gibi “-mış” gibi fikri de bu sohbetlerde ortaya çıktı.
Elif V.E: Türkiye ve dünya gündemi hızla değişirken sessiz sedasız durmak çok zor. Uzun süredir gürültü yapmadığımızı fark ettik ve yeni sergiyle ilgili plan yapmaya başladık. -Mış gibi her zaman kullandığımız sıradan bir ‘ek’ ama aynı zamanda çok güçlü bir eleştiri ifadesi. Sizi rahatsız eden bir eylem ya da kelimenin ardına takın ve deneyin, “hep mutluy-muş gibi “ mesela… Benim sergide - mış gibiyle bağlantı noktam bu oldu.
Sanırım bu sergide önceki sergilerinizden farklı olarak daha geniş bir sanatçı grubuyla çalıştınız. Neden böyle bir değişiklik yaptınız?
Ekin: Bu sefer özellikle gençlerle çalışmak istedik. Akademide ders veren üç kişiyiz: Elif, Fırat ve ben. Dolayısıyla öğrencilerimiz var. Akademilerde yeni olanlara pek alan tanınmıyor, özellikle okul projeleri “yeterince kapsamlı değil” diye küçümsenebiliyor. Bilinçli olarak tanınmış başka isimleri almadık.
Fırat: Kitschen olarak hiçbir zaman sabit bir çekirdek etrafında dönmedik; değişim, dönüşüm ve çoğulluk bence doğamızda var. “–Mış Gibi” sergisi, özellikle bu çoğulluğu daha da görünür kılma isteğimizin bir yansıması oldu. Diğer yandan bu sergi, bizim de uzun bir ara verdiğimiz dönemden sonra şekillendi. Dolayısıyla sorumlu hissettiğimiz alana dönük bir tür el verme, kuşaklar arası diyalog kurma, başka sanatçılara da alan açma fikriyle gelişti. Bu sebeple sergide, farklı kuşaklardan, farklı üretim biçimlerinden ve farklı bakış açılarından sanatçıları bir araya getirerek, yalnızca tematik değil, yapısal olarak da bu çoğul bakışı serginin kendisine dahil etmek istedik.
Elif V.E: Daha önceki sergilerimizde ve fanzinlerde profesyonel sanatçı ve küratörlerle çalışmıştık. Sadece “Whatever Im not an Artist”te üç kişiydik. Bu sergide ise öğrenci ve yeni mezun sanatçı adayları ile olmayı istedik. Genç insanların vizyonundan -mış gibi eleştirisinin ortaya çıkışı bize göre çok güçlüydü. Genç sanatçıların endişeleri, gelecek ve üretim kaygıları doğal olarak daha fazla. Bunun etkinliğe büyük katkısı olduğunu düşünüyoruz.
Özbir: Zaten sanat ortamında hep aynı isimleri görmekten yorulduk. Yeni ifade biçimlerine yer açmak önemli.
‘Kolektif Üretime Alan Açmak’
Gerçekten de kurulum sırasında tüm sanatçıların aktif olduğunu gözlemledim. Bu durum eserlerin mekânla ilişkisini de şekillendiriyor gibi.
Ekin: Kesinlikle. Mesela Birce, ileride bir sergiye iş üretirken “Bu mekâna nasıl yerleşirim, künyeleri nasıl bitiririm?” gibi şeyleri daha baştan düşünecek artık. Ben de ilk defa büyük ölçekli iş ürettim.
Fırat: Evet, kesinlikle öyle. Bu sergide mekân, sadece işleri taşıyan bir arka plan değil, bizzat üretimin ve düşünmenin bir parçası hâline geldi. Sanatçıların kurulum sürecine doğrudan dahil olması, işleri yalnızca yerleştirmekten ibaret olmayan bir karşılaşma zemini yarattı. Mekânın mimarisi, dokusu, ışığı, akustiği. Tüm bu unsurlar, sanatçılarla diyalog kurarak işlerin biçimlenmesine katkıda bulundu.
Kitschen olarak biz de bu kolektif üretim hâlinin, yalnızca sergiye değil, sanatın nasıl yapıldığına dair kurallara da müdahale ettiğini düşünüyoruz.
Bu açıdan “–Mış Gibi”, bir sergi olmaktan çok, geçici ama etkili bir birlikte düşünme ve eyleme alanına dönüştü.
Elif V.E: Kurulum her zaman sergi sürecinin önemli bir parçasıdır, kurulum sırasında mekanla bağ kurmalısınız, çalışmanın konumlanması ve diğer işlerle ilişkisinin iyi kurulması gerekir. Bu nedenle tüm sanatçıların orda olması elbette çok önemli. Bence genç katılımcıların ilk profesyonel ve kolektif sergisi olarak, -mış gibi çok iyi bir deneyim oldu. Benim için de oldukça düşündürücüydü mesela, tek bir duvara fazla parçalı çalışmalarımı yerleştirmek oldukça vaktimi aldı.
Kitschen'ın kuruluşunda da dayanışma ve yeni bir ağ kurma motivasyonu var mıydı?
Ekin: Evet, hep bir "sinerji” – sevmesem de bu kelimeyi – yaratmak istedik. Akademinin içinde büyümüş ama bir yandan da ona direnen bir yapıdaydık. Kitschen, bu ortak vizyona sahip insanları bir araya getirme arzusuyla doğdu.
Fırat: Kesinlikle vardı. Kitschen, yalnızca bir sergi üretme platformu değil; birbirine dokunan, söz kuran ve birlikte düşünen insanların bir araya geldiği bir zemindi. 2010’ların başında Ankara’da hâkim olan akademik yapılarla sınırlı kalmak istemeyen, daha esnek, daha deneysel bir alana ihtiyaç duyuyorduk. Sanat ortamı hem çok parçalıydı hem de kolektif üretim pratiklerine pek alan tanımıyordu. Biz de bu boşluğu bir imkâna dönüştürmek istedik. Dayanışma, o dönem için bir seçenek değil, bir zorunluluktu. Çünkü üretmek istiyor ama görünürlük bulamıyor; tartışmak istiyor ama karşılık bulamıyorduk. Kitschen, işte bu ihtiyaçtan doğdu: kendi ağımızı kurmak, kendi eleştiri zeminimizi oluşturmak ve kendi hatalarımızla da olsa birlikte öğrenmek için.
Elif V.E: Dayanışma ve bazı sanat kurumlarının kiç’leşme eğilimine karşı bir tepki vardı, ilk eylemlerimiz böyle ortaya çıktı. Belli bir network yaratma çabamız olduğunu hatırlamıyorum, zaten hepimiz belli bir ağın içindeydik; sanat ve akademi. Tam tersine bu ağların eleştireceğimiz taraflarını farketmiştik. Sergi ve diğer etkinliklerde bizim gibi düşünen sanatçıları bir araya getirdiğimizi düşünüyorum.
Sergiye katılan sanatçılar nasıl seçildi? Kimi davet ettiniz, hangi ölçütlerle ilerlediniz?
Ekin: Ben bu sergi için birebir çalışmak istediğim kişileri önerdim. Stüdyo pratiğini önemsediğimiz için birlikte üretime açık kişilerle ilerledik.
Fırat: Bu sergide belirli bir jüri, açık çağrı ya da tema metni üzerinden değil; daha çok ilişkilere, karşılaşmalara ve üretim biçimlerine odaklanan bir seçki yaklaşımı benimsedik.
Bazı sanatçılarla geçmişten gelen dostluklarımıza ve ortak deneyimlerimize dayanarak iletişime geçtik; bazılarını ise son dönemdeki üretimlerinden etkilenerek davet ettik. Kimileri de süreç içinde sergiye dahil oldu — yani bu bir kapalı sistem değil, aksine organik biçimde genişleyen bir yapıydı. Ölçüt olarak ise tek bir doğrultu belirlemek zor. Ancak şunu söyleyebiliriz: Üretim biçiminde cesur, kavramsal zemini güçlü, mekânla ilişki kurmaya açık ve birlikte düşünmeye istekli sanatçılarla yol almayı önemsedik. Bu sergiye katılım, yalnızca iş getirmek değil, sürecin kendisine dâhil olmak anlamına geliyordu. Belki de bu yüzden sergimiz, bir kürasyon değil bir kolektif önerme gibi gelişti.
Küratöryel metinde, post-truth ve “-mış gibi yapmak” teması öne çıkıyor. Sanatçılar bu çerçeveyi nasıl ele aldılar?
Ekin: Çok çeşitli işler ortaya çıktı. Mesela Berke'nin gazetelerle yaptığı yerleştirme beni çok etkiledi. Hiç beklemediğim bir yerden vurdu. Bu mekânı düşünerek çok güçlü bir iş yaptı. Berke'yle tanıştığıma çok memnunum, tekrar birlikte çalışmak isterim.
Fırat: Sanatçılar bu çerçeveyi birebir takip etmektense, kendi deneyimlerinden, gözlemlerinden ve sezgilerinden yola çıkarak yeniden yorumladılar. “-Mış gibi yapmak” durumu; kimileri için toplumsal rollerin içinin boşalması, kimileri içinse gündelik hayatın çelişkili katmanları arasında gezinmekti. Kimisi bu temayı bedensel performansla, kimisi nesneler üzerinden kurduğu sahte anlatılarla, kimisi de görsel tekrarlar ve ironik dil kullanımıyla işledi.
Post-truth çağın en çarpıcı yanı olan "hakikatle bağın kopması", bu sergide bazı işlerde politik manipülasyon olarak ortaya çıktı, bazılarında ise kişisel tarihlerdeki boşluklar ve kırılmalarla ilişkilendi. Sergi metni bir çerçeve sundu, ancak o çerçevenin nasıl büküleceğini, esnetileceğini ya da kimi zaman kırılacağını sanatçılar belirledi. Bu yüzden sergi hem kavramsal olarak tutarlı hem de biçimsel olarak oldukça çeşitli bir yapıya sahip oldu.
Elif V.E: Herkes portfolyosunun güçlü taraflarıyla seçilmişti ve hem temayla hem de mekanla güçlü bağlar kuran çalışmalar ortaya koydular. En sevdiğim çalışmalardan biri Sena’ya ait; toplu iğneler, bir arada olmak ve sert nesnelerin çok farklı bir tepki verebildiği ve ters köşe bir his yaratabildiğini gösterdi. Ekin’in video yerleştirmesi bulunduğum mekanda bambaşka bir gerçeklik yaratan ve aynı anda birkaç yerde birden olabildiğimizi kanıtlayan bir çalışmaydı bana göre. -mış gibi olan kısmı da çok vurucuydu. Gerçekmiş gibi hem öyle hem değil…
Merdiven boşluğundaki yerleştirme de çok dikkat çekiciydi.
Ekin: Evet, Dilan'ın yerleştirmesiyle o köşe adeta “gündemdeymiş gibi” bir ifade alanına dönüştü. Hiç kimsenin dikkat etmediği bir köşeye çok güçlü bir vurgu yaptı.
Fırat: Hem Dilan’ın çalışması hem de Maze’nin bulut yerleştirmesi o boşluğu son derece anlamlı kıldı. Her iki yerleştirmede serginin kavramsal çerçevesini mekânla bütünleştiren güçlü bir örnekti. Merdiven boşluğu gibi çoğunlukla görmezden gelinen, geçiş mekânı olarak tanımlanan bir alana müdahale ederek izleyiciyi hem fiziksel hem zihinsel olarak durmaya, bakmaya, sorgulamaya davet etti. Bu yerleştirmeler, tam da “-mış gibi” temasının altını çizer biçimde; varlığıyla yokluğu arasında, yukarıyla aşağı arasında, görünenle saklanan arasında bir eşikte konumlandı. Mekânın gölgesi, sirkülasyonu da işin parçası hâline geldi.
Kitschen grubu üyeleri olarak kendi çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Ekin: Benim işim YouTube’daki live stream canlı bir sahil görüntüsünü merkezine alan bir yerleştirme. Denizi izlemeyi severim. O videolar üzerinden izleyicinin gerçeklik algısıyla oynayan bir yerleştirme yaptım. İsmim “This is real, this is not real” gibi. Gerçekliği sorguluyorum. Şu an yaşadığımız şeyler —iyi ya da kötü— gerçek mi? Gerçekten yaşanmış olabilir mi?
Fırat: Bu müdahale serisi, kentsel dönüşüm pratiklerine eleştirel bir bakış sunuyor. Fotoğraflar üzerine dijital olarak yerleştirilen “Fırat Engin İnşaat” yazıları, kent estetiğini kuşatan inşaat firmalarının simgesel işgallerine bir tür gönderme. Her bir bina cephesi, sermayenin kentle kurduğu yeni aidiyetin temsiline dönüşüyor ve tarihsel dokular ya soylulaştırma kisvesiyle silinmiş ya da topyekûn yok ediliyor. Benim çalışmamda, kentsel dönüşüm adı altındaki rant stratejilerini teşhir ederken, mekânın kimliğine yapılan müdahaleyi görselleştirmeyi hedefliyor, tüm bunlar hayali bir “Fırat Engin İnşaat” yazısı ile kurgulanıyor.
Elif V.E: Benim hem yeni hem de temayla sıkı ilişki halindeki eski işlerimden oluşan bir duvar yerleştirmem vardı. Yeni işler ‘Alles in Ordnung’ ve ‘Schön und Gut’ bir serinin parçaları oldular, Kitschen’ın benim için en değerli yanlarından biri normalde denemediğim teknikleri denemek için mükemmel bir oyun alanı olması. Tamamen bir freezone benim için, bu yüzden bu kelimeyi fanzinde de kullandım. Güvendiğim ve gözüm kapalı yüzebileceğim bir deniz. Sanırım bu yüzden en samimi taraflarımı da ortaya çıkarıyor. Duvardaki en yeni çalışmam “schön und gut” dünyanın içinde bulunduğu kaosu özetliyor, tamamen eskizsiz ve bilinç dışı karalamalarla başlayan bir döküm oldu. Yazılar baş aşağı yazıyor çünkü hiçbir şey güzel ve iyi değil, hepsi -mış gibi. Bunun yanına özgürmüş gibi yapan kimeralarımı ekledim, hepsi pembe bir yalanın parçası oldular.
‘Unite ve -Mış Gibi’
Özbir, sana koordinasyon süreçlerini sormak istiyorum. Daha önce bir sergide koordinasyon yaptın mı? Bu süreç sana ne kattı?
Özbir: Ben zaten Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde çalışıyorum ve orada bu tür işler yapıyorum. İşin mutfağında olmayı her zaman çok sevdim. İster tiyatroda ister başka alanlarda olayım; bir araya getiren, insanların işini kolaylaştıran kişi olmayı seviyorum. Gençlerle bir arada olmak çok iyi geldi. Onlarla sohbet etmek, onlardan bir şeyler öğrenmek bana her zaman ilham veriyor.
Tam buraya gelmek istiyordum. Tema ile sergi mekânı Unite'ın ilişkilenmesini nasıl buluyorsunuz?
Ekin: Başta acaba “white box” bir galeri mi yapsaydık diye düşündüm. Çünkü işler daha "temiz" görünür o tür mekanlarda. Ama bu sergi, “-mış gibi” sergisi, beraber üretmeye dair. Unite ortak bir mekan, bir galeri değil. Şimdi daha iyi anlıyorum bu vurguyu çünkü artık ortak üretimin içindeyim.
Fırat: Unite’la çalışmak bu sergi için tesadüfi değil, bilinçli bir tercihti. “-Mış Gibi” temasının arkasında yatan sahicilik, kurmaca, temsil, manipülasyon gibi kavramlar, tam da Unite gibi çok işlevli, dönüştürülmüş ve melez bir mekânda daha güçlü biçimde yankı buldu.
Unite’ın kat planı, katmanlı yapısı, izleyiciyi yönlendirmeyen akışı ve kimi zaman “bitmemişlik” hissi veren atmosferi; işlerin kurgusuna da doğrudan etki etti. Sanatçılar sadece duvara iş asmaktan fazlasını düşünmek durumunda kaldılar — geçici duvarlar, sesin yayılımı, karanlık köşeler, doğal ışık... Hepsi sürecin parçasıydı. Dolayısıyla mekân, yalnızca bir sergileme yüzeyi değil, doğrudan temayla konuşan bir karaktere dönüştü. Bu yüzden “-Mış Gibi” Unite’ta değil, bir anlamda Unite’la birlikte gerçekleşti diyebiliriz.
Elif V.E: Unite çok yönlü bir mekan, Unite’nin alternatif halinin bize ve bu sergiye çok uyumlandığını düşünüyorum. Özellikle bizim yerleştiğimiz kasa odaları çok heyecan vericiydi.
Özbir: Evet ve çok iyi uyumlandığımızı düşünüyorum ben de. Ait hissettik. Buranın eski bir banka olması ve hâlâ o formu taşıması beni etkiliyor. Tam anlamıyla “Kitschen" gibi, hatta biraz kitsch.
Sergideki çalışmalarınızla ilgili biraz bilgi verebilir misiniz? (İlhamı nereden aldınız, eser üretim ve yerleştirme süreci sizler için nasıldı?)
Elif Varol Ergen: Genel olarak dünyanın içinde bulunduğu bir impersonating durumu var, politik troller, sosyal medyanın gerçek dışılığı, gerçek görünme çabasında olup berbat senaryolar ve prodüksiyonlar yaratanlar ve buna inanan kitleler… 2020’de İstanbul’daki sergimden sonra (Lilith and the Serpent) ünlü bir ‘trol’ tarafından hedef gösterilip uğradığım sosyal medya lincinden sonra dünyanın ve Türkiye’nin bana düşündürdükleriydi bunlar.
Mustafa Can Baltacı: Çalışmanın çıkış noktası, Anadolu’da yaygın olarak kullanılan ve ataerkil cinsiyet rollerini meşrulaştıran bir atasözü aslında: “Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi, oğlan babadan öğrenir yaren gezmeyi.”
Bu ifade, gündelik hayatta masum bir nasihat gibi görünse de toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve içselleştirildiğini açıkça gösteriyor. Özellikle erkekliğin “yarenlik” gibi sosyal ayrıcalıklarla donatıldığı, kadınlığın ise ev içi emekle sınırlandığı Anadolu'nun mizojinist yaren kültürü içinde bu söz, ideolojik bir taşıyıcı işlevi görüyor. Çalışmamda kullandığım dilsel yapı, toplumsal cinsiyetin performatif doğasına referansla seçildi; harflerin oluşumu, kültürel kodların tekrar yoluyla nasıl üretildiğini simgeliyor. Yerleştirme sürecini, hem emek hem de norm üretimiyle ilgili katmanlı bir düşünsel sürecin parçası olarak kurguladım.
İhsan Berke Saraçoğlu: “-Mış Gibi” sergisinin içeriğini ve metnini okuduktan sonra, günümüzdeki “-mış gibi” halleri üzerine düşünmeye başladım. Bu süreçte üretimimin düşünsel çerçevesi, öncelikle Michel Foucault’nun iktidar, dil ve kurumlar üzerine geliştirdiği fikirlerden etkilenerek şekillenmeye başladı. Foucault’ya göre hukuk, tıp, sanat gibi iktidar kurumları kullandıkları dille otoritelerini pekiştirirken, dışarıda kalanları güçsüzleştirir. Bu düşünce beni Jean-François Lyotard’ın postmodernizme dair “büyük anlatıların çöküşü” fikrine götürdü; artık tekil, parçalı, yerel anlatılarla düşünmek zorundayız.
Bu bağlamda Unite Ortak Mekân’a, yani serginin yapıldığı yere özgü bir iş üretmek istedim. Mekânın bir zamanlar Yapı Kredi Bankası şubesi olduğunu öğrendiğimde, mekanın tarihine özgü bir çalışma planladım. Araştırmalarım sırasında eski dönemlere ait banka haberleri ve olaylarla karşılaştım. Bu mekânın bir zamanlar tüm bu haberlere tanıklık etmiş olabileceği fikri üretimimi genel anlamda şekillendirdi.
Çalışma, dönemin estetiğiyle hazırlanmış ama bozulmuş bir gazete sayfasının projeksiyonla boş bir gazete kağıdının yüzeye yansıtılmasıyla oluşuyor. Çalışmayı yerleştirme sürecinde Unite Ortak Mekân teknik anlamda çok yardımcı oldu. Çalışmanın içeriğinde yer alan haberler gerçek, kurgu ya da ikisinin karışımı olabilir. Ancak görüntü hiçbir zaman tam olarak okunmaz; bazı kelimeler eksik, başlıklar titrek, görseller silik ya da karanlıktır. Her şey tanıdık ama bir şey tutarsızdır. Bu da izleyicide, “Gerçekten neye inanıyorum?” sorusunu doğurur.
Gazete, geçmişte bilgi ve gerçeklik taşıyıcısı olarak kabul edilen bir araçtı. Ama şimdi burada, gerçeklikten çok uzak bir olguda. Bu da beni Baudrillard’ın “Gerçeklik çoktan yerini simülasyona bıraktı.” sözüne götürüyor. İzleyiciye, burada yaşanmış olayları değil, yaşanmış gibi yapılanları sunuyorum.
Üretim sürecim boyunca mekânın belleğini gözlemledim. Sergi alanında çalışmak, doğrudan fiziksel müdahale yerine mekânsal belleğe odaklanmamı sağladı. Bu yerleştirme süreci, geçmişin izlerini kurcalayan ama asla tam olarak anlatmayan; izleyiciyi belirsizlikte bırakan bir yerleştirme pratiğiyle şekillendi.
Sena Soykök: Sergide yer alan çalışmam, iki duvarın birleştiği köşede konumlanan ve çelik iğnelerle üretilmiş bir müdahaleydi. Genellikle fark edilmeyen, gözden kaçan bu sınır alanları; benim için varlığın sorgulandığı, içe dönük bir düşünme zemini sunuyor. Bu köşeyi görünür ve hissedilir kılmak istedim.
İzleyicinin oraya yönelmesi, eğilmesi, dokunması; aslında işi tamamlayan bir unsur. Çünkü bu çalışmada izleyici yalnızca bakan değil, aynı zamanda bedeniyle düşünen biri hâline geliyor. O köşeye temas ettiğinde “Ben neredeyim, ne yapıyorum, ben kimim?” gibi sorulara yer açılıyor. Ve belki de ilk defa, gerçek sandığı şeyin sadece bir “gerçek-miş gibi” olduğunu fark ediyor.
İşin üretim ve yerleştirme süreci de bu sorularla birlikte ilerledi. Yüzlerce iğneyi tek tek yerleştirirken, zamanın ağırlaştığını, hareketin yavaşladığını hissettim. O köşe artık sadece mimari bir detay değil, bir durak hâline geldi. İzleyicinin deneyimleyebileceği bu an, bence bir mekânın en gerçek hâline en çok yaklaştığı noktaya dönüşüyor.
Yasemin Erturan: ‘Görsem de Bir Şey Değişmezdi’, görme eyleminin otomatik anlam üretme işlevini sorgulayan bir yerleştirme. Bedenin eksik, bölünmüş ve köşeye kaçırılmış biçimde konumlandırılması, izleyicinin bilgiye ulaşma beklentisini boşa çıkarır; görsel bütünlüğün kesintiye uğratılmasıyla karşılaşma yönsüz ve yoruma kapalı hâle geliyor.
Mekânsal yerleştirmede köşe formunun aktif biçimde kullanılması, algının parçalanma fikrini fiziksel olarak görünür kılıyor. Tanıdık olana duyulan güvenin kırıldığı anlardan ilhamla geliştirilen bu müdahale, gören gözün her zaman bilen göz olmadığını hatırlatmayı amaçlıyor.
Birce Erol: “The Feeling of Ecstasy”, sketch kağıdı üzerine mürekkep akıtmalarıyla oluşturduğum 6 aylık bir günce. Bu süreç boyunca hissettiğim duyguları doku ve tipografi aracılığıyla kâğıda aktarmaya çalıştım. Nietzsche’nin Dionysos felsefesinden ilham alan bu yaklaşım, serginin “mış gibi” temasıyla birleştiğinde, coşkunluk, taşkınlık ve kendini dışa vurma hâliyle şekillendi. İçsel seslerin kâğıdın dışına taştığı, bastırılmış değil yaşanmış duyguların iz bıraktığı bir üretim süreciydi.
Bu proje aslında duygusal bir günlük gibi gelişti. İçimdeki sesleri bastırmadan, filtresiz bir şekilde dışavurmak istedim. Bazen sadece bir damla mürekkep, o an hissettiğim şeyin ta kendisiydi. Disipline edilmiş bir üretimden çok, sezgisel ve dürtüsel bir akıştı bu. Her leke, her harf bir zaman damlası gibi; bir ruh hâlinin görsel karşılığı.
Peki, başka ne gibi temalar var? Senin işinde mekan, insan ve hayal dünyası var. Ama toplumsal, politik perspektifler de var mı?
Nil Ayber: ‘Am I Pretty Yet’ eserinin ilhamı öncelikli olarak bir kadın olarak kendi tecrübemden geldi. Ama, tabii ki bu tecrübe her kadının yaşadığı bir gerçeklik. Sadece performatif güzellik algısını sorgulamak değil aynı zamanda bu güzellik idealine olan inancın naifliğini de öne çıkartmak istedim. Her kadının en güzel olan formuna ulaşma çabasındaki şiddet dolu eylemlerini ve onların nerdeyse canavarımsı sonucunu betimlemek için benim de çarpıcı ve şiddet dolu imgeler kullanmam gerekiyordu. Ortaya çıkan eser ise izleyeciyi tıpkı toplumun kadını kendi bedenlerine olan nefreti ile baş başa bıraktığı gibi kendi toplumsal ön yargılarının rahatsız edici gerçekliği ile baş başa bırakıyor.
Portakal: Ben çalışmamda paper-mache tekniğini kullandım. Ortaya çıkan heykel evrilmeye çalışıyor ama toplum tarafından sıkıştırılıyor. Bir yandan kendine sarılıyor, bir yandan da dağılmamaya çalışıyor. Bu form, hem doğmaya çalışan hem de kendini bastıran bir yapı gibi benim için.
Derinsu Alicikoğlu: Benim işim artırılmış gerçeklik (AR) üzerine. Bu sergide ne yaparsam yapayım “-mış gibi” olacağını düşündüm. Çünkü QR ile her şeyi oradaymış gibi gösterebiliyorsunuz. Bir saz charmı ve çok meşhur Labubu karakterini kullandım. Gerçeklik, yapaylık, geleneksellik... Hepsi iç içe geçti. Herkes kendi telefonundan bakıyor ve bu da “kendi -mış gibi” gerçekliğini yaratıyor.
Oğulcan Özer: İşlerimi üç temel düşünürün fikirlerinden yola çıkarak üretiyorum: Heraklitos, Marx ve Zygmunt Bauman. Marx'ın “Katı olan her şey buharlaşıyor” sözü modernizmi tanımlıyor. Bauman ise post-modern dönemi “akışkan modernite” olarak ifade ediyor. Özellikle Fuji Dağı'nı seçtim. Çünkü Fuji, Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden inşasında önemli bir simge. Bir zamanlar tapınak olarak görülen bu dağ, bugün bir turistik mekâna dönüştü. İlk bakışta kitsch gibi duran bir manzara resmi gibi görünüyor ama serginin de teması olan “-mış gibi” hâlini neon ve kompozit malzemelerle ele aldım.
Serhat Ergün: “Tutsak” çalışması, görünmeyen bir varlığın izini mekânsal ve işitsel olarak takip eden bir yerleştirme. İlhamını, özgürlüğün bazen bir yanılsama, sınırların ise çoğu zaman görünmez oluşundan aldı. Boş bir kuş kafesi, hafifçe sallanan bir salıncak ve aralıklı seslerle, artık orada olmayan bir canlının hayaletimsi izleri yeniden inşa ediliyor.
Üretim süreci boyunca beden, bellek, iz ve rastlantı kavramları üzerine yoğunlaştım. Hareket ve ses motorlarla tetiklense de yapı her zaman birebir tekrar etmeyen bir düzenle çalışıyor. Yerleştirme sürecinde mekânla olan ilişkiyi, izleyicinin algısını ve işin fiziksel/görünmeyen katmanlarını birlikte düşünmek temel motivasyonum oldu.
Son olarak serginin içinde yer alan Kitschen odasından da bahsedelim istiyorum.
Fırat: Bu sergide Kitschen Güncel Sanat İnisiyatifi olarak bugüne kadar yaptıklarımızı unutmadık, unutturmak da istemedik. Bu yüzden sergimizin bir köşesini bir hafıza odasına dönüştürdük. Fanzinlerimiz, kataloglarımız, afişlerimiz vb.
Sadece belgeler değil, bir duruşun, bir üretim biçiminin, bir kolektif belleğin izleri aslında bunlar.
Ankara çağdaş sanat ortamında neyin mümkün olduğunu sorguladığımız, sınırları zorladığımız ve bazen de sırf öyle hissettirdiği için yaptığımız her şeyin yankısı bu odadaydı.
Çünkü hafıza, hatırladıkça var olur. Biz de en başta kalmayı değil, biriktirmeyi, çoğalmayı ve hatırlamayı seçtik. Dolayısıyla bu hafıza odasını çok anlamlı buluyoruz.
Çok teşekkür ederim hepinize. Sergi vesilesiyle ortaya çıkan bu düşünce yolları ve anlatılar oldukça ilham verici.