Tokyo’daki Jazz KIssatenler: Bir Şehrin Ruhunu Dinlemek
Cansu Gök (@mizu.space)
Tokyo’ya ilk gittiğimde, şehri müziklerle eşleştirirken buldum kendimi. Bu şehrin bir ruhu vardı. Burada yaşayanların müziği yalnızca duymakla kalmayıp, ona değer verdiği ve onunla yaşadığı çok belliydi. İfade etmenin ötesinde, bir yaşam biçimiydi adeta. Jazz kissaları keşfettiğimde bu duygum güçlendi.
Peki, jazz kissa nedir?
Jazz kissaten (kısaca jazz kissa olarak da bilinir) → Caz çalan kafe
Aslında loş ışıklı, sigara kokusunun duvarlara sindiği, raflarında yüzlerce plak saklayan küçük bir kahve barı düşünün. İçeri girer girmez analog bir müzik sistemiyle çalınan caz melodileri sizi sarar. İnsanlar sessizce oturur, çoğu zaman tek başına. Kimisi kitap okur, kimisi hayallere dalar. Mekânda neredeyse fısıldayarak konuşulur, çünkü esas mesele dinlemektir. Bu saygılı ve ritüelvari dinleme kültürü Japonya’da uzun yıllardır yaşayan çok güçlü bir gelenek.
Jazz kissalar 1950’lerden 60’lardan itibaren doğmuş. Kendi evinde plak çalar sahibi olmanın lüks olduğu dönemlerde, insanlar caz müziğini gerçekten hissedebilmek için bu küçük alanlara gelirmiş. Yani ne tam bir kafe ne de tam bir müzik kulübü; ikisinin arasında bir deneyim alanı. Kimilerinde yalnızca tek bir fincan kahve sunulur, başka bir menü yoktur. Kimilerinde sadece plak çalınır, CD ya da dijital müzik asla girmez. Sahipleri aynı mekânı 30–40 yıldır işleten insanlar olabilir. Her jazz kissanın kendine ait kuralları, kendi felsefesi ve kendi ruhu vardır.
Bir jazz kissada müzik, odayı ele geçirir, zamanı yavaşlatır, sizi dışarıdaki kaostan koparır. Tokyo’nun dar sokaklarında ya da bodrum katlarında saklı bu minik sığınaklar, 20. yüzyıl cazının yaşayan arşivleri gibidir. Bu mekanlarda sessizlik bile müzik kadar etkileyici olur.
Tokyo’nun her yerinde jazz kissatenler bulabilirsiniz, ancak benim favorilerim Shimokitazawa bölgesindekiler oldu (Jazz Kissa Masako, 喫茶マサコ). Bu bölgede 1950’lerden beri varlığını sürdüren, yerel müdavimleriyle dolu, köklü jazz kissalar var. Tokyo’da beni en çok etkileyen şeylerden biri, bu kadar teknolojik, futuristik ve kozmopolit bir şehirde bile hâlâ kültürünü, ruhunu koruyan dokuların ağır basıyor olmasıydı. Zıtlıkların bir arada yaşadığı bir şehir Tokyo. Kalabalıklar içinde yalnız insanlar, geçmiş ve geleceğin aynı anda var olması, kaotik görünen ama aslında kusursuz derecede düzenli bir yaşam ritmi. Tüm bu tezatlar bana inanılmaz bir ilham verdi.
Bu ilham yolculuğunda tanıştığım insanlardan biri de Nick Dwyer oldu.
Youtube’da Yussef Dayes’in Mt. Fuji önündeki canlı performansını (Yussef Dayes In Japan (Film) 富士山) izlerken, aslında içinde çok değerli bir belgesel olduğunu fark ettim ve gözlerim parladı. Yönetmenliğini Tokyo’da yaşayan Yeni Zelandalı Nick Dwyer yapmıştı. Hemen kendisine ulaşıp, benim de kısa belgeseller çektiğimi ve benzer hisler taşıdığımı anlattım. Mailime çok hızlı döndü ve Tokyo’da buluştuk. Onunla belgeseller, caz, Japonya ve aidiyet hissi hakkında röportaj yaptım. Bir gün sonra ise, konuşmacı olduğu Ongaku Kissa Experience etkinliğine beni de davet etti.
https://www.instagram.com/p/DI0V8oUzwe9/
Nick’in şu sözleri hâlâ aklımda:
“Sonny Rollins ya da John Coltrane gibi caz ustalarının Japonya’ya gelip burada çok derin, ruhani bağlantılar kurduğu belgeselleri izledim. Onlar gibi, bir hikâyeyi yeniden anlatmak istedim.”
Bir şehri anlamak bazen sadece sokaklarında yürümekle olmaz; müziğine, mekânına, insanına kulak vermek gerekir.
Ve Tokyo, dinleyene çok şey anlatıyor.
Benim için müzik, tıpkı mekânlar gibi bir aidiyet arayışıyla bağlantılı. Tokyo’daki jazz kissatenlerde hissettiğim de buydu. İnsanların ya da plak koleksiyoncularının bir mekânda ait hissettikleri dönemin ritmini devam ettiriyor olmaları beni çok etkiledi. Bazen bir melodide, bir bardak kahvede ya da eski bir koltukta bile kendimizi ait hissedebiliyoruz.
Kim bilir, belki de bu yüzden yeni hikâyeleri dinlemek ve kaydetmek için hâlâ yoldayım.